Yurtiçi Seyahat

Göbeklitepe

Mayıs 24, 2018

Uzun zamandır gitmek istiyordum.  Bi arkadaşımın Urfa’da bulunan, bilinen insanlık ve medeniyet tarihi değiştiren Göbeklitepe için özel bir tura katıldığını duyunca son kişi olarak dahil oldum. İyi ki gitmişim, iyi ki görmüşüm, inşallah siz de iyi ki yazmışsın dersiniz.


Tur, 3 günlük kısa bir gezi gibi görünüyordu ama o kadar iyi planlanmıştı ki pek çok yeri rahat rahat gezip görme fırsatı bulduk. Güneydoğuya gitmek için en iyi mevsimin ilkbahar (sonbahar da olur) olduğunu doğrularcasına hava da şahaneydi.


Çok erken bir uçakla İstanbul’dan Gaziantep’e uçarak ilk olarak Zeugma Mozaik Müzesi’ne gittik. Bu sırada klasik sabah kahvaltısı olan Katmer’leri bir hamlede mideye indirmeyi de ihmal etmedik.
Blogumu okuyanlar bilecektir ki, Zeugma Müzesi’nin eski yerine de yeni yerine çok kereler gitmiştim zaten ama bir kez de rehberle gezeyim dedim ve girdim. İyi ki girmişim. Rehberimiz Hüseyin Avni beyin ne kadar donanımlı ve iyi bir rehber olduğunu erkenden anlama fırsatı buldum. Gürcistan seyahatimdeki kötü tecrübemi düşününce benim için çölde vaha gibiydi Hüseyin bey.


Şu anda bile muhteşem ve yapması imkansız görünen mozaik sanatı, zamanının da çok değerli bir uğraşıymış ve sadece çok zenginler yaptırabiliyormuş. Bu yüzden ancak Fırat Nehri manzaralı evlerde oturan önemli kişiler yaptırabiliyormuş. İmparatorların, komutanların yazlık saraylarının bulunduğu Fırat kıyıları o zamanların Boğaziçi’si sanırım. Burdaki çoğu mozaik de genellikle o lüks evlerin taban süsleri.

Mozaiklerdeki ya da duvarlardaki kırmızı renkler bir böcekten üretiliyormuş ve çok pahalıymış. Kırmızı olsun 5 lira fazla olsun sözü bence buradan geliyordur, ne dersiniz?.. 🙂

Müzede, Roma Hamamı kalıntılarından hamam düzenini ve işleyişini anlatan bir canlandırma yapmışlar.  Hamamlar eski zamanlarda politika, siyaset konuşma, sosyalleşme, ve yemek yeme yerleriymiş. Ziyaretçiler hamama ellerinde bir tüyle gelirlermiş. Çok yemek yediklerinde daha fazla yiyebilmek için tüy yardımıyla kusup kusup tekrar yerlermiş. Seyahat ve yeme içme planına bakınca bu seyahat boyunca bize de gerekecek mi diye düşünmedik değil. 

Tuvaletlerin şimdiki mahremiyetin aksine bir odanın etrafındaki koltuklar gibi dizildiğini ve önemli(!) ihtiyaç görülürken önemli konuların konuşulduğunu da not düşelim. Türk’ün aklı hacette gelirmiş diye kötü bir deyime gireceğim ama yüzyıllar önce yaşayan Romalı, Yunan, Mezopotamyalılara haksızlık etmiş olacağım diye korkuyorum.

Ay bu muhabbet baydı dediyseniz biraz ısıtayım; Roma hamamlarını ısıtan odun ocakları açıldığı tarihten itibaren aralıksız yanarmış. Yani hamam, 100 yıl boyuna açıksa o odun fırını hiç sönmeden 100 yıl yanarmış. O yüzden, Roma hamamlarının ormanlar için bir tehdit olduğunu söylemek hiç de abartı olamayacaktır.


Çingene Kızı’nı bilmeyenler için tekrarlamak gerekirse, dağınık saçları ve kulağında küpesi yüzünden cinsiyetinden tam emin olunamasa da 1999 yılında bulan arkeologlar kendi aralarında “çingene kızı” demişler ve öyle kalmış. Yer tanrısı “Gaia” ya da “Büyük İskender” olduğu düşünülüyor ama bu da kesin değil. En önemli özelliği hangi açıdan bakarsanız bakın gözlerinin size bakıyor gibi olması. Bu tekniğin, 14 yüzyıl sonra Leonardo Da Vinci’nin meşhur Mona Lisa’sında da kullanıldığını belirtelim.


Müzeyi tekrar alt üst gezdikten sonra lezzetine önceden yakinen aşina olduğum Halil Usta’ya gittik. Karışık et tabağı yedim ancak bu sefer küşleme ve kebap güzel olsa da et şişi o kadar sevmedim sanırım.


Siz sipariş vermeseniz de küver niyetine önden gelen nefis salata tabağını hatırladınız mı?


Halil Usta’dan sonra Bakırcılar Çarşısı’nı gezmek üzere şehir merkezine geçtik. Oraları daha önce gördüğümüz için uzun zamandır görmek istediğim ama bir türlü kısmet olmayan Tahmis Kahvesi’ne gittik. Biz bahçede oturup kahve içtik ama içerisini de tavsiye ederim. 

 
 
Uzun zamandır gitmek isteyince fotoğraf arzusu da birikmiş oluyormuş meğer.  🙂
 


Serbest zamandan 2 saat sonrasında İmam Çağdaş’ta hafif bir yemek vardı ama biz boğazımıza kadar dolu olduğumuz için yemedik. Zaten artık iyice turistik bir yer haline gelen İmam Çağdaş’a da bayılmadığımı itiraf etmeliyim. İnsanlar yemekten ziyade yemeklerle poz veriyorlar. Bakınız arkadaşımıza;


Antep şehir turundan sonra Urfa’ya doğru yola çıktık. Yol üstündeki Birecik Kelaynak Koruma Merkezi’ne gidip kendini bu işe adamış Kelaynakçı Mustafa’dan soyu tükenmekte olan bu kuşlarla ilgili bilgiler aldık.


Bir kahve molasından sonra Tahmis’den daha uzun zamandır görmek istediğim ama bir türlü fırsat bulamadığım Halfeti’ye gittik.


Çoğunuzun bildiği gibi Halfeti,  Birecik Barajı sularının 2000 yılında tutulmasıyla sular altında kalan köylerin olduğu yer.  Gaziantep ve Urfa’ya neredeyse aynı mesafede olan Halfeti, Şanlıurfa sınırları içinde yer alıyor.  Pek çok diziye de doğal bir çekim platosu haline gelen yöre, meşhur “karagül”ün de memleketi.
Sadece camisinin minaresi su üstünde kalan Savaşan Köyü, Halfeti’nin simge fotoğraflarından oldu bile.


Halfeti’de tekneler tek bir noktadan kalkıyor. O yüzden gittiğinizde bulmakta zorlanmayacaksınız. 
Orta büyüklükteki tekneler, 40 – 50 kişiye kadar alıyor. Biz 25 kişi olduğumuz için rahat rahat sığdık ve günün en güzel saati olan günbatımına yakın gittiğimiz için de doyasıya tadını çıkardık.


Sosyal medyaya bu fotoğrafı koysaydım ve Ege’de bir koyda olduğumu söyleseydim eminim hepiniz inanırdınız. Sadece 50 yıl boyunca hizmet verecek bir baraj için onca yerleşim yerinin ve tarihi alanların sular altında kalmasına üzülüyor olsam da böyle bir manzarada, ılık rüzgarlar eşliğinde yavaş yavaş salınan teknenin tadını doyasıya çıkarmak beni biraz yumuşattı sanırım.

E böyle doğal güzel ışık bulmuşken de filtresiz, efektsiz havalı fotoğraflar da attırıverdik.

 


Bu kadar güzelliğin içinde alttaki fotoğraftaki çirkin yapıya kim nasıl izin verir anlamak mümkün değil. Büyük şehirler bitti de şimdi böyle bakir yerler mi kaldı talan etmek için?.. Neyse bu tatilde hiçbir şeyin moralimi bozmasına izin vermeyeceğim, her şey o kadar güzel ve masalsı ki…


Halfeti’deki rüya gibi bir tekne gezisinin ardından Urfa’da kalacağımız otele doğru yola çıktık. Urfa’da şehir merkezinde, balıklı gölün hemen üstünde yer alan Manici Otel’de kaldık. 
Balıklı göl mitini bilmeyen yoktur; Zalim Sümer Kralı Nemrut tarafından ateşe atılan İbrahim Peygamberin düşüp, ateşin suya, odunların balıklara dönüştüğü kutsal yer.
Balıklı Göl demişken bu sefer aşina olduğumdan ilk gidişimden foto koyayım;

Urfa’ya 15 sene önce bir reklam filmi çekimi için gitmiş ve 2 hafta kalmıştım. O sırada çok daha fazla balık vardı. Balıklar kutsal olduğu için yakalanması, yenmesi kesinlikle yasak diye biliyordum ama bu gidişimde çok azalmış olması beni balıkların sağlığıyla ilgili şüpheye düşürdü.

İlk gidişimde hem oyuncu hem de mekan baktığım için görmediğim yer kalmamıştı ama genel olarak Urfa 15 yılda o kadar değişmiş ve gelişmiş ki, turistik yerler dışında aklımda kalandan bambaşka ve büyük bir şehirle karşılaştığımı söyleyebilirim.

Merak edenler için bu reklam hatırası;

Bu da reklam filmi;


Urfa’da ilk akşam yemeğini Çulcuoğlu’nda yedik. Buradaki lokantaların neredeyse hiçbirinin web sitesi yok. İsmini söyleyeceksiniz ve sizi götürecekler.  
Yemekten önce ayran aşı da denen ayran çorbası geldi. Çok güzeldi.


Sonrasında benim gibi çoğunluk patlıcan kebap yedi. Patlıcan şahaneydi ama üstüne alttaki şıllık da denilen şilliki tatlısını yiyince ilk akşam için fazla geldi. Siz siz olun ilk günden yavaş gidin.


Cumartesi sabah erkenden Urfa’daki tarihi yerleri gezmek üzere yola çıktık.
İlk durağımız Harran oldu.

 


Harran’a daha önce de gitmiştim ve çok değişmiş bulmadım. Meşhur Harran evlerini daha bakımlı durumda buldum ve mutlu oldum.


Ne yazık ki aynı şeyleri dünyanın ilk üniversitesi olan Harran Üniversitesi için söylemeyemeceğim. Hala restore edilmemiş ve bu halde olması üzücü ama olsun, bizim topraklarımızda olması yeter diye züğürt tesellisi var neyse ki… 
Harran Üniversitesi’nin 9. yy’da Emevi – Arap döneminde yapıldığını, astronomi, felsefe, geometri, vs. öğretilen klasik anlamda öğretim veren ilk üniversite olduğu bilgisini verelim. Burada ünlü matematikçi Cabir bin Hayyan ve astronom El Battani gibi hocalar eğitim vermiş.
Harran da çok güzel fotoğraflar verdi sağolsun.


Bu arada yazmadan geçemeyeceğim; Türkiye’de gördüğümüz en hızlı internetin Harran’da olduğunu söylemeliyim. Bol bol fotoğraf çekip gruba attığımızda İstanbul’da dakikalar süren işlem orada saniye bile sürmedi. Reklamcılar duyun bunları duyun!.. 🙂


Harran’dan sonra Bazda Mağaraları diye bir yere gittik. O kadar okurum, belgesel izlerim diye övünürüm; ne müthiş bir bilim kurgu platosu gibi duran bu mağaradan ne de bundan sonra gideceğimiz 2 duraktan haberim vardı.


Bazda Mağaraları(diğer bilinen adları, Albazdu, Elbazde, Bozdağ Mağaraları) en az 13. yy’dan kalma olduğu bilinen eski taş ocaklarındanmış. İklim şartları gereği sıcakta çalışamayan işçiler, çevre yörelerin ihtiyacını karşılamak amacıyla taş ocağını içten oyma yöntemi geliştirerek hem gölgede çalışmışlar hem de kendilerine bir yaşam alanı yaratmışlar. Ve evet bildiniz tüm turistik yerlerde olduğu gibi Mehmetler, Mustafalar, birbirini seven Ali ve Ayşe’ler gelip duvarlara isimlerini yazmak suretiyle içine etmişler. Yalnız bu nahoş “içine etme” sözcüğü burada tam kelime anlamıyla da kullanılabilir; çünkü burası aynı zamanda doğal bir açık hava tuvaleti olmuş. Aman bastığınız yere dikkat edesiniz.


Bazı çocuklar rehberlik önerecek kadar terbiyeliydi. Çoğu bu dünya güzeli çocukları beğenip sebepsiz para verenler yüzünden çocuklar hiçbir şey yapmadan para isteyip ağlamayı öğrenmişler ne yazık ki. Size tavsiyem sadaka verir gibi para vermeyin. Bir yardımları dokunduysa, rehberlik yaptıysa para verin ki böylece bu kadar küçük yaşta dilenciliğe, kolay paraya alışmasınlar.


Sonraki durağımız 1228 (1219?) yılında Eyyubiler zamanında yapıldığı bilinen Han-el Ba’rur Kervansarayı.


Daha önce de gördüğüm ve “keçi boku” da denilen bu kervansaray neredeyse hala aynı durumda. Sadece yolunu yapmışlar. Bu arada yollardan bahsetmezsem olmaz. Yani adamlar  her yere yol yapmış,  bir de laf ediyoruz utanmadan… 🙂


Zamanın heybetli yapısı Moğol istilasında yıkılmasından günümüze kadar bu virane haliyle kaldıysa da dönemin ihtişamını ve ticarete verilen önemini göstermesi bakımından oldukça etkileyici bir yer.

Önceki gidişimden fotolar…

 

Ah bu “renklerimizin” güzelliği…


Han – el Barur’un ardından öğlen yemeğimizi yol kenarında yerde çabucak yiyip vakit kaybetmeden Şuayip Şehri’ne devam ediyoruz.
Musa Peygambere asasını veren kişi olduğu iddia edilen Şuayip Peygamber’in makamının olduğu söylenen mağara burada. Henüz bir arkeolojik kazı yapılmadığı için önemini tam olarak bilemesek de Roma devrinde kalma olduğunu bilmek bile araştırmaya değer olduğunu gösteriyor.

Buradaki çocuklar inanılmaz zeki ve terbiyeliydi. Para istemedikleri gibi verenlerden de almadılar. Kimi zorla verdi kimi sonra ihtiyaç malzemesi yollamak için adres aldı. Belki siz de bir şeyler yollamak istersiniz diye adresi buraya yazayım. Özel kargo şirketleri değil, sadece posta gittiğini unutmayın. 

Özkent Ortaokulu, Şuayıp Şehri – Harran – URFA Tel: 0534 729 4941 (sitede yazan cep telefonu)

Okulda çeşitli yaşlardan 250 öğrenci varmış. Köyün nüfusu bundan çok daha az ama civarın en büyük okulu burası olduğu için taşımalı eğitim yapılıyormuş.

Buradan sonra günün son durağı Soğmatar’a gittik.


Buraya Suk el-Matar da deniliyormuş. Suk Çarşı, Matar Yağmur demekmiş. Bir nevi yağmur çarşısı. Yani yağmurlu olan yer. Yani yağmur tutan. Yani sarnıç. Yani, artık anladınız sanırım. :))

Soğmatar’ın girişindeki büyük tepede Ay Tanrısı Sin için yapılmış bir tapınak varmış. Şu anda sadece harabe bir kalıntısı olduğu ve yürümek için hayli dik olduğu için biz çıkmadık. Burası Allah sözünün geçtiği ilk yermiş. Tanrıların Efendisi kabul edilen Sin’in, Mareallahe olarak adlandırıldığı ve tapınıldığı yermiş. Bir nevi soyut tanrıdan somut tanrıya geçilen yer olduğu düşünülüyor.


Etraftaki diğer 7 tepenin üstlerinde de diğer gezegenlere adanmış tapınaklar varmış. Diğerlerine göre en sağlam kalmış olanı Satürn Tapınağı. M.S. 2. yy’dan kalma Süryanice yazıtlar bu tepeler hakkında bilgi veren tek kaynakmış. Süryanice, Aramice’nin günümüze gelmiş hali. Aramice, İncil’in ilk dili. Hala Aramice ayin yapan tek millet Süryanilermiş.  Diyorum ya “renklerimiz”…


Yıllarca Süryanilerin dini merkezi olan Deyr ül Zeferan, halen Mardin’de ve oldukça iyi durumda ancak 1975’te Süryani dini merkezi Suriye’ye taşınmış.  En çok metropolit mezarı Deyr ül Zeferan’daymış. Süryaniler, dini liderlerini oturan biçimde duvarların içine gömerek defnederler. Mardin gezimde gittim Deyr ül Zeferan’da ben de oturuyorum ama gördüğünüz gibi oldukça canlıyım.

Kötü esprim dikkatinizi çektiyse demek ki hala yazımı dikkatle okuyorsunuz. Öyleyse kaldığımız yerden devam edelim.

Fransız arkeolog Pognon tarafından keşfedildiği için “Pognon Mağarası” olarak adlandırılan bu mağara, yıllarca hayvan bağlandığı, ateş yakıldığı ve henüz hiçbir restorasyon yapılmadığı için kötü durumda. Ancak yine de insan boyutunda kabartmalar ve Ay Tanrısı Sin’in sembolü olan hilal biçimli kabartma rahatlıkla görülebiliyor.

 

Rehberimizi dinlerken not aldığım bilgileri sonra hatırlamak için buraya yazayım;
Roma’daki Mars = Yunan’daki Ares
Roma’daki Merkür = Yunan’daki Hermes (Çanta olan değil bu, karıştırmayın) 

Burası pozitif bilim Astronominin ve (hepimizin bir parça da olsa inandığı) sahte bilim Astroloji’nin doğduğu yer.


Soğmatar’ı gerçek bir fotoğrafla kapatalım o zaman…


Çok güzel planlanmış bir günü hiç aksaklık olmadan keyifle bitirdik ve otele geri döndük. Cumartesi akşam yemeğini meşhur sokak ciğercisi Aziz Usta’da yedik.

 

Başlangıç olarak menüde olmayan ama bizim için hazırlanan patlıcandan bahsedeceğim ama kelimeler kifayetsiz kalır inanın. Bir patlıcanın bu kadar güzel yapılabildiğini söyleseler inanmazdım. Masadaki diğer yemekler standart olarak geliyor ama siz giderseniz mutlaka bize özel yapılan bu patlıcandan isteyin ki böylece patlıcan tanımınız yeniden yazılsın.


Sonra ciğer yiyeceksiniz. Hiç öyle ben ciğer sevmem filan diye de burun kıvırmayın ciğere bayılmayan ben bile 2 porsiyonu bi çırpıda mideme indirdim. Fazlası için utandım da yemedim. Yani sakin ola ki buradan ciğer yemeden hatta 2 porsiyon yemeden dönmeyin. Ekmeksiz götürün…

 

En güzel akşam yemeği sokakta taburelere oturarak yenen olduğundan emin otelin yolunu tuttuk.
Ertesi gün yani son günümüzde erkenden yola çıkıp seyahatimizin asıl amacı olan Göbeklitepe’ye doğru yollandık.  Urfa’ya yaklaşık 1 saat mesafedeki Göbeklitepe’ye ulaşmak çok kolay. Diyorum ya yollar şahane… 🙂


Aşağılarda hava güneşli ve sıcakken burası güneş olmasına rağmen oldukça serin ve rüzgarlıydı. Yani bu mevsimlerde gidecekler tedbirli gitsinler ama yazın gitmek isteyenler sıcaktan çekinmesinler, gözü kapalı gitsinler; yukarısı püfür püfür. 


Göbeklitepe, 1995’te meşhur arkeolog Klaus Schmidt tarafından bulunmuş. Tarlasında dünya tarihini değiştirecek buluntular çıkan Veysel Abi de hala orda gönüllü rehberlik yapıyordu. Biz de onunla fotoğraf çektirdik.


Burası, dünyanın bilinen en eski anıtsal yapısı. Tapınak sözünü kullanmaktan Klaus Schmidt de imtina ediyormuş, biz de öyle yapalım. Etrafında bir yerleşim alanı olmadığı için altta örnek yapısı görüldüğü şekilde tapınak ya da anıtsal bir yapı olduğu düşünülüyor ama buna dair net bir bilgi yok henüz. T şeklindeki taş stellerin belirli bir dairesel düzenle yerleştirilmiş olması, tapınak görüşünü destekleyen en önemli unsur. Şu ana kadar 80 dönüme yayılan kazıdan çıkarılan bu düzende irili ufaklı ve hemen hepsi  hayvan kabartmalı pek çok dairesel anıt var. İleri bilimsel tekniklerle yapılan incelemelerde toprağın altıda henüz ortaya çıkmamış daha da fazla anıt olduğu biliniyor. 
Yani sakın ola ki M.Ö. 3000 yıllarında yapılan İngiltere’deki Stonehenge (Asılı taş)  ile karşılaştırmayın. Burada pek çok hayvan figürü var ve ikisinin arasında arada tam 7.000 yıl var.


Burayı ilginç kılan henüz yerleşik düzene geçmedikleri düşünülen avcı toplayıcı insanların M.Ö. 10.000 yıllarında yani bundan 12.000 yıl önce, böylesine muazzam bir yapıyı yapmış olmaları. Hem mühendislik, hem el işi, hem sanat hem de mimari var. Buradaki heykeltraşlık düzeyine yıllar sonra ulaşılmış olması da hayli enteresan. Hatta tarihe yaptıkları en büyük katkının betonu bulmak olan Romalılardan binlerce yıl önce kireci eriterek yaptıkları betona benzer zemin malzemesi de başlı başına büyük bir keşifmiş.


2000 yılında kazılmaya başlayan bu bölgeyi böylesine gizemli yapan yönlerden biri de yapının bir felaket ya da savaş sebebiyle yıkılmış olması değil, muhtemelen yapan kişiler tarafından üzerinin bilerek kapatılarak bölgenin terk edilmiş olması. Sebebi bilinmiyor ancak bu kadar büyük ve belli ki zamanının önemli bir yapısının bilerek gizlenmesi başlı başına bir merak konusu.
Ancak üzeri bilerek kapansa da kutsal yerin unutulmadığına bir örnek, yüzyılladır çeşitli milletler tarafından dualarının kabul edilmesi için dilek dilenen, adak adanılan bu ağacın varlığı…

Şimdi size ağacın garip bir enerjisi olduğunu, ağaca dokunan ya da sarılan kişilerin ayrılamadığını, bir tür transa geçtiğini söylesem inanmayacaksınız. En iyisi mi siz gittiğinizde kendiniz deneyimleyin ve bana yazın diyeceğim ama biliyorum sitemin yorum kısmı çalışmıyor. Yeni sitem çok yakında sizlerle. Benim çok yakınlarımı bilen biliyor artık, en az 2 ay sonra 🙂


Göbeklitepe’den önce keşfedilen ve buraya çok benzeyen Nevali Çorih – Veba Vadisi’nde de benzer buluntulara rastlanmış ancak burası büyüklüğü, tarzı ve detaylı işçiliğiyle çok daha önemliymiş.
Urfa Arkeoloji Müzesi’nde, hem Nevali Çorih’den çıkan yapıların orijinalini,

Hem de Göbeklitepe’de şu ana kadar bulunan en sağlam anıtın birebir aynı ölçekli kopyasını görebilirsiniz.


Aynı zamanda sürekli bahsi geçen “bereketli hilal” denilen toprakların şemasını da inceleyebilirsiniz. Basit bir şema ama hep merak ettiğim sınırları ilk kez bu kadar açık bir şekilde gördüm ve bilgi sahibi oldum.


Müze demişken, Arkeoloji Müzesi’inin hemen yanında yapılma şekli dolayısıyla çok ilginç bir müze var. Zeugma Müzesi ve benzeri tüm müzelerde eserler, bulunduğu yerden taşınmak suretiyle müzelerde sergilenir. Burada ise zengin mozaiklere sahip bir Roma villası bulunmuş ve bunun üzerine müze inşa edilmiş. Yani bu müzede tek bir eve ait olan eserleri görüyorsunuz.

Tek bir ev diye düşünüp görmemezlik etmeyin. Evin orijinal planın üzerinde gezmek ve zamanındaki ihtişamlı halini canlandırmak çok heyecan verici.

 “Tarihi eserler yerinde güzeldir” e şahane bir örnek.

Müzelerden sonra Urfa sokaklarını dolaştık. İlk gittiğim zamanlarda yavaş yavaş gelişmekte olan tarihi sokaklar yenilenmiş ancak evlerin çoğunun muhtelif vakıflara verilmiş olması sebebiyle çevreyi kapalı kapılar arasında geziniyorsunuz.

 


Hiç değilse bazıları otel, müze ya da cafe olsa da nispeten yakın tarih evlerinin de havasını solusak,  değil mi?..

Tarihi sokaklardan sonra Ellisekiz Meydanı’nda bulunan M.S. 6 yy’da İsa Mesih’in havarileri Aziz Petrus ve Aziz Pavlus adına yaptırılan kilise kalıntıları üzerinde 1861 yılında inşa edilen ve uzun yıllar kilise olarak kullanılan ancak 1924 yılında Urfalı Süryanilerin Halep’e gitmesinden sonra Tekel tarafından tütün ve üzüm deposu olarak kullanılan ve tekelin Fransızcasının “Reige” olmasından dolayı halk arasında Reji Kilisesi olarak adlandırılan yere gittik. 

Şu anda kültür merkezi olarak kullanılan yapı çok iyi durumdaydı. Madem iyiydi o zaman bol bol fotoğraf çektirilmeliydi.

Biz sarı taş gördük mü dayanmıyoruz sanırım.
Buyrun 10 sene öncesinden Mardin Midyat’tan bir foto size. 
Efendim? 10 senede hiç değişmemiş miyiz?  :)))

Son günün de sonuna yaklaşırken tüm hızımızla yemek yemeye devam ediyorduk.
Çağdaş Ocakbaşı’nda kebapları, ciğerleri götürdük ama ciğerde hala Aziz Usta’da ısrarcıyım. 

Hüseyin bey bize mide fesadı geçirtmeye niyetli olduğundan yemeğin hemen üstüne meşhur künefeci Damak’a gittik. Kömür ateşinde pişirilen ve bayılmayalım diye yanında sütle servis edilen nefis künefeleri de afiyetle yedik. 

Gözümüz sanata, yüreğimiz hoşgörüye, midemiz nefis lezzetlere doymuş olarak döndük dönmesine de arada ne zaman gittiğimizi ya da yediğimizi hatırlamadığım diğer yerleri de ek olarak buraya yazayım.
Çarşının kalbinde bulunan ve yine sokakta taburelere oturarak yemek yenen Kadir Usta’ya uğramadan, nefis yemeklerini yemeden ve servis yaparken sürekli söylediği güzel türkülere kulak vermeden sakın dönmeyin. 
 
Biz önceden arayıp hazırlık yaptırdığımız için rahat rahat sığdık ama siz siz olun açık olup olmadığından, yer olup olmadığından emin olmadan gitmeyin. Gelir gelmez mideye indirdiğimiz içn çekemesem de yakalayabildiğim yemeklerden birkaç tane koyayım. 
Türküde banılan “tirit”e (yukarıdaki) biz de bandık ama buna o kadar bayılmadım sanırım. Ya da ondan sonra gelen yemekler o kadar güzeldi ki bu biraz sade kaldı galiba.

Böyle yerlerde siz sipariş vermeyin zaten. Meşhur neyin varsa getir deyin ve sormadan yiyin. Benim gibi yerel lezzetlere meraklıysanız mutlaka beğeneceğiniz bir yemek çıkacaktır. 
Yemeklerden sonra ya da gezi aralarında tercihen Gümrük Han’da üzerine bolca fıstıkla servis edilen Menengiç Kahvesi 

Ya da damağa olduğu kadar sunumuyla göze de hitap eden Mırra için.

Yahu yiyin için çekinmeyin. Bu yolculuklar, gezip görmek kadar yemek içindir. Aksırıncaya, tıksırıncaya, patlayıncaya kadar değil belki ama korkmadan doyuncaya kadar yiyin.  Yiyin bak yoksa ağzınıza biber sürerim. :))

Biz gitmeden 1 gün önce açılan ve artık tamamen şehrin içinde kalan, yakın zamana kadar içinde yaşam olan, hatta İbrahim Tatlıses’in de doğduğu mağaraları yazamıyorum ama bir resmini koyayım ki bir dahaki gelişim için hedefim olsun.

Alışık olduğunuz üzere ben yazımı, blogumun kuruluş amacına uygun şekilde bitireyim. 
Bu renkler aşkına yapılmadı mı zaten çoğu gezim. 
İçinizdeki “renk” aşkı hiç bitmesin…

You Might Also Like...

2.870 Comments

    Leave a Reply