Yurtdışı Seyahat

Floransa

Temmuz 13, 2018

Floransa

İtalya’nın incisi, medar-ı iftiharı, Rönesans sanatının merkezi
Medici Ailesinin zenginliğinin, ihtişamının hala yaşayan kanıtı.
Dan Brown’un son kitabı Cehennem’e konu olmasıyla turistlerin zaten yoğun olan ilgisini biraz daha çekmiş olan muhteşem şehir.

İtalya’nın bu güzel şehrine 14 sene önce sırt çantalarımızı alarak otel rezervasyonu bile yapmadan gitmiştik. Gördüğüm ilk İtalyan şehri olmasına rağmen hem serde gençlik olması hem de cepte yeterince para olmaması sebebiyle hakkını veremediğimiz Floransa’ya bu sefer kararlı gelmiştim; ey Floransa seni yenecektim. Hıhı, tabe, öptm cnm bye…

Floransa’ya otelde kalmak yerine bundan sonraki seyahatlerimde de kullanmayı planladığım https://www.airbnb.com.tr/ sitesinden bulduğum bir odada kaldım.
Sistem şu şekilde işliyor; dünyanın her yerinde bir odasını ya da evini tümden kiraya vermek isteyen insanlardan oluşan siteye girip otel rezervasyonu yapar gibi rezervasyonunuzu yapıyorsunuz. Kimlik onaylı kişileri tercih ediyorsanız sorun yaşama riskiniz de neredeyse hiç kalmıyor. Ödemeyi siteye yapıyorsunuz. Eve gittiğiniz gün bir sorun varsa hemen bildiriyorsunuz ve para çekilmiyor. Sorun yoksa ilk günün sonunda para tahsil ediliyor. İkinci günden sonra sorun olursa ne olur bilmiyorum ama Avrupalı bizim kadar kurnaz olamayacağı için bence rahat rahat gidebilirsiniz. Kalacak yere gereğinden fazla para vermek istemiyorsanız ve lüks şartlar değil sadece yatacak yer arıyorsanız herkese tavsiye ederim.
Benim iki adet airbnb maceram gayet güvenli ve sorunsuz geçti. Sadece kaldığınız yerin otel konforunda olmayabileceğini ve evlerin resimlerden küçük olabileceğini aklınızda çıkarmayın.

Orada öğrendiğim ama benim kesinlikle kullanmayı düşünmediğim bir siteyi de meraklısı için buradan paylaşayım. https://www.couchsurfing.org/ Adından da anlaşılacağı gibi koltuk arama sitesi. Korkusuzum, öğrenciyim, param yok ama dünyayı dolaşmak istiyorum ve herhangi birinin evinin salonundaki koltukta, üstteki kadının rahatlığında yayıla yayıla yatabilirim diyenler için ideal bir site. Şartları çok net bilmiyorum ama siz de kendi evinizdeki koltuğunuzu paylaşmaya açarsanız kalacak yere para vermiyorsunuz.

Kendimize kalacak bir yer bulduğumuza göre artık Floransa’ya doğru yola çıkabiliriz. Toscana bölgesinin başşehri olan Floransa’ya gitmenin en kolay yolu İstanbul’dan Bologna’ya uçmak. Oradan yarım saat süren bir tren yolculuğuyla çok kolay varıyorsunuz Floransa’ya. Önceki yazılarımda da belirttiğim gibi İtalya’nın en büyük demiryolu şirketi olan Trenitalia http://www.trenitalia.com/ hem uygun fiyatlı hem de dakik. Biletleri önceden aldığınızda çok daha ekonomik ama uçak saatlerine güven olmayacağından, istasyondan almanızı öneriyorum. Bologna’dan neredeyse 15 – 20 dakikada bir Floransa’ya tren var. Eş dosttan duyduğunuz; “İtalya’da kimse biletlere bakmıyor, biletsiz bineyim” demeyin. Bilet maceramı ilerleyen satırlarda bulacaksınız.

Floransa’nın Santa Maria Novella meydanına inerseniz oradan gideceğiniz her yere taksiyle çok rahat ulaşırsınız. Hatta valiziniz çok ağır değilse yürümenizi bile tavsiye ederim. Şehrin içinde pek çok yol tek yön olduğu için taksiler ister istemez dolaşıyor. Yürüyerek de taksiyle de neredeyse aynı zamanda ulaşıyorsunuz gideceğiniz yere.

Ben öğleden sonra uçağıyla gittiğim için kalacağım eve varmam akşam 8 oldu. Yolculuk çok rahat geçtiğinden ve neredeyse hiç yorulmadığımdan hemen üstümü değiştirip yemeğe gittim.
Eş, dost, arkadaş tavsiyesiyle edindiğim listemden, eve en yakın olan restauranta giderek başladım.

Cibréo ilk gece için gidilecek en doğru yerdi diyebilirim.
http://www.edizioniteatrodelsalecibreofirenze.it/ Restaurant, ertesi gün kapanıyormuş. Son gecesini yakalayabildiğim için çok şanslıydım. İtalya’da Temmuz sonundan itibaren 1 ay boyunca hemen her yer kapanıyor ve insanlar yazlık yerlere gidiyor. O yüzden Ağustos ayının buralar için pek doğru zaman olduğunu söyleyemeyeceğim.

İtalya’daki güzel hemen her yerde olduğu gibi rezervasyonsuz yer bulmak biraz zor. O yüzden 15 – 20 dakika bekleyip öyle oturabildim yemeğe. Başta gelen nefis çorbanın fotoğrafı o kadar kötüydü ki, hayalinizi yıkmayayım diye fotoğrafını buraya koymadım. Tipik Toscana yemeklerinin servis edildiği Cibréo’da, çorbadan sonra gelen tanıdık mercimekle karşılaşmak da enteresan oldu tabi. Yalnız organik olduğu her halinde belli olan mercimeğin tadı çok güzeldi.

Yemekten sonra işletmenin karşı dükkanında ki sahnede başlayan ve 20. yılını deviren Maria Cassi’nin “Obladioblada” isimli tek kişilik gösterisine gittim. İtalyanca olduğu için hepsini anlamadığımı itiraf etsem de ilerleyen yaşına rağmen kadının performansı şahaneydi. Çokça gülüp kısa bi gece yürüyüşünden sonra ilk gecemi erken sonlandırdım.

Ertesi gün tüm gün boş olduğum için geçen sefer Viareggio’ya kadar gitmişken gidemediğim Cinque Terre bölgesine gitmeye karar verdim. Bütün bölgelere çıkış noktası olan Santa Maria Novella Meydanı’ndaki tren istasyonundan trene bindim. Cinque Terra, İtalyanca beş yer demek ve adından da anlaşıldığı gibi (Monterosso Al Mare, Vernezza, Corniglia, Manarola ve Riomaggiore isimli) beş küçük kıyı kasabasından oluşuyor. Çok dik kayaların üzerine kurulduğu için en kolay yol trenle gitmek.
Ben en uzak yerden başlayıp yavaş yavaş Floransa’ya gelmeye karar verdiğim için önce Monterosso’ya gittim.

Tertemiz bir deniz kıyısında uzanan kumsalıyla şirin mi şirin bir sahil kasabası olan Monterosso, pazar günü olduğu için çok kalabalıktı. Yalnız yurdumuzda alışkın olduğumuz beachlerden burada eser yoktu. Bazı yerlerde sadece şezlong, şemsiye ve duş imkanı sağlayan küçük tesisler vardı.

Monterosso’nun,  İstanbul’daki Prens Adaları’na (Kınalıada, Burgaz, Heybeliada, Büyükada, Sedef) benzeyen sakin bir havası da vardı.

Havlusunu alan gelmiş kumlara güzelce serilmişti. Buraya geleceğimi hiç planlamadığım için yanıma ne bikini ne de havlu almıştım. Bazıları kendine daha pratik çözümler bulmuştu ama… J

Restaurant konusunda hazırlıklı olmadığım ve oraya varmam öğlen saatlerini bulduğu için yemek yiyecek güzel bir yer bulamadım. Hiç de tercih etmeyeceğim ama mecbur kaldığım için oturduğum turistik bir yer buldum. Ne yemeği ne de hesabı beğenmedim haliyle. İtalya’da, bölge ne kadar kalabalık ne kadar işlek olursa olsun, birkaç yer dışında bütün lokantalar 15.00 – 19.00 arası kapanıyor.

Burada gereğinden fazla zaman kaybettiğim için bütün kasabaları gezmemin imkansız olduğunu farketmem çok uzun sürmedi haliyle. Buradan sonra sadece bir yere daha gidebilecek vaktim kaldığı için, direkt (normalde son durağım olan) Riomaggiore’ye gitmeye karar verdim.

Simge Cinque Terre fotoğraflarını veren yerlerden biri burası. Renkler gerçekten şahane. Yalnız bölge o kadar dik ki inip çıkmak öyle her baba yiğidin de harcı değil.

Burasını biraz bizim Garipçe Köyü’ne benzettim. Yakında buranın da tepesinden bir köprü geçer mi ne dersiniz?

Her köşede görebileceğiniz ve sıcaklarda imdadınıza yetişen dondurmacılardan favorim olan antep fıstıklı ve vanilyalı dondurmamı aldım ve arkadaki plaja doğru tırmanışa başladım. Başka yer göremeyeceğim için buranın her bir köşesini görmeye kararlıydım.
Arkadaki plajda hepsi belli ki yerli halktan olan insanlar koca koca taşların üzerine havlularını sermiş denizin tadını çıkartıyorlardı. Bu kadar primitif şartlara rağmen etrafta beyaz don giymiş, karpuz kesen, birbirini kesen, portatif teybinden Toto Cutugno dinleyen, deve güreşine tutuşmuş kimseyi göremedim nedense… Alın size bizde göremeyeceğimiz bir manzara daha.

Deniz o kadar güzel ve baştan çıkarıcıydı ki, burada mayomu getirmediğime daha da pişman oldum. Cinque Terre’ye gidecek olanlar, benim düştüğüm hataya siz düşmeyin ve çantanıza mutlaka bir mayo atıverin.

Günbatımını tadını çıkarıp yavaştan yola koyuldum. Geçen sene gittiğim ve çok beğendiğim Pietra Santa’ya gittim yine. Bu küçücük sakin ve huzurlu kasabanın, İtalya’nın modern sanat merkezi olmasına insan gerçekten hayret ediyor. Viareggio yazımda Pietra Santa’yla ilgili biraz daha detay bulabilirsiniz. http://sibelakinn.blogspot.com.tr/2012/10/viareggio.html

La Volpe e L’uva isimli çok güzel bir restaurantta akşam yemeği yedikten sonra yorgun ama mutlu bir şekilde Floransa’ya döndüm.
http://www.mangiaresenzaglutine.it/ristoranti/la-volpe-e-l-uva-1141

Ertesi gün İtalyanca kursumun ilk günü olduğu için erkenden kalkıp okuluma başladım. Konuşma dersinde, 2 ülke insanını karşılaştırırken, “Türk erkeklerine hiç güvenilmez, başta farklı gözükürler sonra değişirler” dedim de dedim. Pişman mıyım, hayırr!. Onlar da adam olsalardı ya, banane. Özellikle sen Mehmet. Mehmet kim mi? Valla ben de bilmiyorum. Ben gazı aldım kaptırdım, gidiyorum. Bizim çocukluğumuzda bir doğru Ahmet bir de yanlış Mehmet vardı. Bu Mehmet o yanlış Mehmettir belki de… Bütün Mehmetler ayağını denk alsın bundan sonra.

4 saatlik kurs, öğlen bitiyordu ve 12.30’dan sonra bütün Floransa sokakları ve müzeleri benimdi. Floransa’da öyle benimdi filan diye rahat rahat atılıp tutulmuyor işte. Hooop kuyruklar gelip karşınıza dikiliyor. Meşhur Duomo’nun içine girmek ve kulesine çıkmak için ayrı ayrı bilet alıyorsunuz ve metrelerce uzanan bu bilet kuyruğunda beklemek zorunda kalıyorsunuz. İlk gün Doumo’yu görecek olmamın hevesiyle bilet kuyruğuna girip her an birisi kuyruğa kaynak yapabilir endişesi ve dikkatiyle tam 45 dakika bekledim. Kaynak? Kimse yapmadı haliyle.

Önce kuleye çıkmaya karar verdim. Giotto’nun Çan Kulesi anlamına gelen 85 metrelik “Campanile di Giotto”nun 414 adet basamaklı merdivenlerini çıkmak eziyetli olmasına eziyetli ama çıktığınızda eziyetinize değdiğini görüyorsunuz.
Yalnız mutlaka uyarmalıyım; klostrofobisi olanlar çıkmasın. Pek çok yerinde küçük pencereler olsa da bazı yerlerde 2 kişinin zar zor geçeceği kadar dar ve çok yüksek basamaklar insanı zorlayabiliyor.
Fakat dedim ya göreceğiniz nefis manzara her bir basamağa değiyor diye…

Bilet sırası, çıkmak, gezmek derken 2 saat geçti ve çok acıktığım için restaurantlar kapanmadan yemeğimi yiyeyim ve sonra kilisenin içini gezeyim dedim.
Öğlen yemeği için merkezin biraz dışında olan şahane bir lokantaya gittim. Fuori Porta, adından da anlaşılacağı gibi nehrin karşısında ana kapıların hemen dışında yer alıyordu.  http://www.fuoriporta.it/
Gittğim hemen her yerde tipik Toscana yemeklerinden tatmak istediğim için garsonlardan mutlaka tavsiye alırım. Yine yakışıklı garsonun tavsiyesine uyarak Toscana usülü bruscetta (ekmek üstü küçük atıştırmalıklar) ve ıspanaklı deniz mahsülü yemeği siparişi verdim ve çok beğendim.
Floransa’ya gittiğim ilk günlerde sık sık yağmur yağdı ancak ya trendeyken ya müzede ya da yemek yerken yağdığı için hiç ıslanmadım. Ben, bahçedeki tek şemsiyenin altına oturmuş tatlıma geçmişken millet yağmurdan kaçmaya çalışıyordu.

Dönüşte kilisenin önünde inanılmaz bir kuyruk vardı ve kapanmasına 1,5 saat kalmıştı. Bu kadar zamanda sıra gelmesi mümkün olmadığı için ertesi güne bırakma kararı aldım. Zaten biletler 24 saat geçerli. Ertesi gün kurstan sonra gittiğimde yine uzun kuyruğu görünce paramı yakma pahasına kiliseye girmedim.

Biletlerin en ucuzu 6 euro’dan başlıyor ve alacağınız pakete göre 15 – 20 euroya kadar çıkıyor. 1 hafta geçerli olan ve pek çok müzeye giriş hakkı veren 50 euro’luk müze kartı pahalı diye almadım ama gittiğim müzeler ve hatta gidemediğim kiliselerle 50 euro’yu geçtim sanırım. O yüzden ben parası çok bol olmayanlara öncelikle gidecekleri yerleri söyleyeyim ki boşuna bütün müzelere o kadar para vermesinler.

Floransa’da müzeler ve tarihi yerler daha küçük bir alanın etrafında toplanmış gibi. Harekete altta görülen Piazza Signoria meydanından başlayıp sonra müzeleri dolaşmaya girişebilirsiniz.

Meydanda bazı heykellerin özellikle Ammanati tarafında yapılan Deniz Tanrısı Neptün Heykeli’nin önünde fotoğraf çektirmek için neredeyse sıraya girmeniz gerekiyor.

Neptün Heykeli’nin hemen yanında, Medici’lerin meşhur “Eski Sarayı”nın kapısının önünde Michelangelo’nun henüz 26 yaşındayken yaptığı meşhur David (Davut) Heykeli’nin replikası bulunuyor.

Orijinalini ben de göremedim ama Accamedia Akademi ve Sanat Müzesi’nde sergileniyormuş.

Museo di Pallazzo Vecchio (Eski Saray)

Medici ailesinin Floransa’daki ilk sarayı ve yönetim merkezi. Burayı bırakıp nehrin diğer tarafındaki yeni ama daha küçük saraya taşındıkları için buraya Eski Saray, yenisine de, Pitti ailesinden satın alındığı için Pitti Sarayı demişler. Pallazzo Vecchio şahane tavan ve duvar süslemeleriyle çok güzel olsa da Floransa’da 1 haftadan daha fazla süre kalmayacaksanız bence görmeniz şart değil.

Vaktiniz ve paranız varsa sırf alttaki salonun ihtişamını görmek için gidebilirsiniz ama…

Pallazzo Vecchio çok güzel olsa da varaktan ve devasa duvar resimlerinden ne yazık ki bir süre sonra sıkılıyor ve şekilde görüldüğü gibi selfieler çekmeye başlıyorsunuz.
Galleria degli Uffizi

Mutlaka ve mutlaka görmeniz gereken bir müze. Her bir oda, her bir galeri ayrı bir sanat harikasıyla dolu. Botticelli’nin meşhur Venüs’ün Doğuşu tablosunun olduğu yer burası.

Açılış ve kapanış saatleri değişken olduğu ve ben de kapanış saatine 2 saat kala gittiğim için çok uzun gezemedim ama gidecek olanların en az 3 – 4 saatini ayırmasını tavsiye ediyorum ki ancak gezsinler.

Uffizi Galerisi, Arno nehrinin tam kenarında yer alıyor. Hem karşıdan görünüşü,

hem de teraslarından nehir manzarası gerçekten çok güzel.

Şunun tatlılığına bakar mısınız? J

Sarayın çıkışında, Avrupa’nın her müzesinde olduğu gibi çok güzel bir hediyelik eşya dükkanı var. Bizde henüz yeni yeni başlayan müze – hediyelik eşya dükkanları için şahane örnek olacak bir dükkan yapmışlar. Bakın o kadar yeni ki daha “Souvenir Shop”un Türkçesini bile bulamamışız.

Boboli Bahçeleri

Arno nehrinin karşı kıyısındaki Pitti Sarayı’nın bahçesi olan 500 yıllık Boboli Bahçeleri, Boboli Ormanları denebilecek büyüklükte çok güzel yemyeşil koca bir alan üzerine kurulmuş. Tamamını gezmek en az 1 gün alır. Ben son gün, yarım günümü ayırdım. Hem gezdim, hem ağaçların altında keyfimce yatarak çok güzel dinlendim. Özellikle benim gibi doğa severlerin mutlaka gitmesini tavsiye ediyorum.

Boboli Bahçeleri’nden çok daha güzel fotoğraflar çekmiştim ama ne yazık ki bilgisayara atarken silindi. Gerçi o kadar uzun yokuşlarını görünce belki de gitmekten vazgeçerdiniz, silindiğini de iyi olmuş yani… J
 

Boboli Bahçelerini gezmek için aldığınız 10 euro’luk bilete Porselen Sarayı, Gümüş Müzesi ve Kostüm Müzesi de dahil. Ben sadece Porselen Müzesi’ni gezebildim. Porselen Müzesi, bahçenin en yukarı kıyısında kalıyor. Bahçenin duvarlarının hemen arkası, aşağıda göreceğiniz gibi yemyeşil ve bakir bir köy gibi. Dünyanın en turistik şehrinin merkezinin hemen dışında hala böyle köy gibi yerleri tutuyorlar ya, bu İtalyanlar’da da hiç kafa yok kuzum.

Opera di Santa Croce

Franciskan Mezhebi’nin en önemli kilisesi olan Santa Croce (Kutsal Haç) Kilisesi ve Manastırı, Santa Croce Meydanı’nda yer alıyor.

Eksik bilgiyle gittiğim için Michelangelo’nun eserlerinin olduğunu sanıyordum ama Michelangelo ve Galileo, Machiavelli gibi pek çok önemli kişinin mezarları varmış, bilmiyordum. Gerçi mezar görmek bana hiçbir zaman anlamlı gelmemiştir. Sanatçıların cansız bedenlerindense yaşayan muhteşem eserlerine bakmak bence daha anlamlı. Gerçi Galileo’nun mezarı da tam bir sanat eseriydi, o da ayrı bir konu.

Kilisenin içi çok güzel evet ama daha önce Avrupa’da kilise gezdiyseniz illa gidin diye tavsiye etmiyorum.
Hem de bir kilise için 6 euro veriyorsunuz ama tuvaletten bile para alıyorlar. Hıh!..

Ponte Vecchio

Floransa’nın simge resimlerindendir Eski Köprüsü. Üzerinde turistlere yönelik pek çok altın, gümüş, antika gibi hediyelik eşya dükkanları var. Pahalı ve çoğunlukla paralı turistlere yönelik olduğunu tahmin ettiğim için hiçbirinin içine girmedim. Zaten o kadar küçükler ki, dışardan dükkanların her yerini görebiliyorsunuz.

Akşamüstü gün batımında
ve gece manzarası ise ayrı bir güzeldi, ben o kadar güzel çekememiş olsam da…

Floransa’ya gelip Arno Nehri’nin üzerindeki bu köprüyü görmeden giden olmuyordur sanıyorum. Gitmediyseniz bile Floransa’nın bu simgesini biliyorsunuzdur, en azından bir resmini görmüşsünüzdür.
Peki acaba ben dahil kaçımız bu köprünün çok benzeri olan Bursa’daki Irgandı Köprüsü’nü biliyordu?

Burda ayıp bizim mi kendi değerlerimizi sunmayı, tanıtmayı bilmeyen ülkemizde mi bilemiyorum.

Il Grande Museo Del Duomo 

Kule sırasında beklediğim için içini göremedim ama şu anda kendimi çok şey kaçırmış hissetmiyorum. Her kilisenin içi birbirine benziyor sonuçta. Ayasofya’yı gezen birinin dünyada başka bir kilise beğenme şansı çok da yok zaten.

Müzeleri bitirdiğimize göre tekrar günlük hayatıma dönebiliriz.
Bir gün kurstan sonra öğlen yemeği için tavsiye listemde bulunan ve tren istasyonuna da çok yakın olması sebebiyle Cantinetta Antinori’yi tercih ettim.
http://www.cantinetta-antinori.com/it/firenze/cantinetta-antinori-di-firenze
Başka şehirlerde de şubesi olan Antinori daha kapıdan girer girmez çizgisini belli etmişti. Restaurant ve çalışanları o kadar şıktı ki içinin resmini çekmeye utandım. Ben tek başıma olduğum için kolaylıkla masa buldum ama öğlen yemeğine kolaylıkla yer bulurum diye düşünmeyin, mutlaka rezervasyon yaptırın.

Bu şekilde gümüş takımlarla servis yapılan yerlerde dikkatli olmalısınız. Galantor arkadaşlarım tarafından verilen tavsiyeler için bir kez daha düşünmem gerektiğini menüye bakınca anladım ama serde Türklük var, masadan kalkıp da çıkamadım. Gerçi iyi ki de çıkmamışım.
Hem açlığımı giderecek hem de ucuza gelecek şeylerden sipariş vermeye çalıştım. Gelen aperatif başlangıç tabağı parasını tam anlamıyla haketti diyebilirim. Yediğim, sunumu ve lezzeti en iyi carpaccio’lardan biriydi.

Bu arada carpaccio çiğ servis edilen yemeklere denir. Yani carpaccio funghi diyorsa çiğ mantar gelecek demektir. O yüzden carpaccio görünce, yanında ne yazarsa yazsın çiğ geleceğini unutmayın.

Ardından gelen makarna ise kelimelerle anlatılamayacak kadar lezzetliydi.

Altı üstü bir makarna nasıl bu kadar güzel olabilir demeyin; parmaklarımı, masayı, çatalı yiyecektim ama çatalların gümüş olduğu aklıma geldi vazgeçtim.
Çok sevdiğim cheesecake’e o kadar para vermemek için de tatlımı ve kahvemi Montecatini’de almak üzere hesabı ödeyip kalktım. Allahtan baştan menüye bakıp %10 servisin dahil olduğunu gördüm de güzel de olsa pahalı yemeğin üstüne bir de ekstra bahşiş vermek zorunda kalmadım.
Yalnız fiyatlarına rağmen bir daha Floransa’ya gidersem kesinlikle tekrar gideceğim. Size de tavsiyem kıyın paranıza ve mutlaka gidin buraya.

Yemekten sonra Montecatini’ye giden trene bindim. İtalya’da epeydir trenlerle yolculuk yapıyorum. Çoğunlukla kontrol edilmez ama ben biletimi mutlaka alırım. Kontrol edildiğinde de rezil olmamış olurum böylece. Montecatini treninde uzun zamandır ilk kez kontrolör geldi ve biletimi sordu. Ben de gönül rahatlığıyla gösterdim. Adam mühür nerde diye sordu. Ben de ne mührü dedim haliyle. Bu biletlere binmeden mühür vurdurmanız lazımdı dedi. Aa öyle mi ilk kez duyuyorum, tamamdır bi dahakine öyle yaparım dedim. Adam, yoksa 40 euro ceza ödemek zorunda kalırdınız dedi. Aaa dedim. Yaaa dedi. Sohbet bitti ama amcam hala başımda duruyor. Makina elinde bekliyor. Ee dedim. Ee’si 5 euro ver bu mesele kapansın dedi. Tabi son kısım bu kadar laubali olmadı ama 5 euro istiyor mühür olmadığı için. Bilader ben biletsiz değilim ki 5 euro ceza vereceğim, mühürü de kimse bana söylemedi ki bileyim dedim. Bilet kullanılmış da değil. Bas git adamı hasta etme dedim sağ elimin yukarıda ve parmakları açık olduğu halde. Yok seninki nuh diyor peygamber demiyor. Aslinda 40 euro vermeniz lazim ama sadece 5 euro istiyorum diyor ve yavaştan benim sinirimi tepeme topluyor. Ben vermemekte ısrar edince o da ver yoksa polis çağırırım deyince, çağır dedim ya çağır, alla allaaa. Hatta bi de sütlü kahve söyle rahatlığındayım, o derece! Hızlı trende polis nerden gelecek, bi dahaki istasyona kadar bekler bırakır diyorum en fazla. Adam elindeki telefonun düğmesine bastı ve abartmıyorum en fazla 1 dakika içinde 2 tane izbandut gibi polis yanımızda bitti. Şaşırdığımı belli etmeden direkt sevgilisi tarafindan 50. Kere yalanı yakalanmış mazlum ama gururlu “Pucca” rolünü oynamaya başladım. Kondüktörle İtalyanca başlayan konuşmamız, işin tehlikeye girmesi ve benim haklı çıkma isteğim yüzünden de ingilizce devam etti mecburen. Memur bana kaçak muamelesi yaptı, ben nerden bilebilirdim ki, param yok, vermek de istemiyorum, bu defa uyarın bi dahakine olursa o zaman öderim diyorum. Alıp karakola götürecek olsalar bile o 5 euroyu vermeye niyetim yok. Atara atar gidere gider ama yok arkadaş onlar da sert ceviz çıktı. Nispeten daha çelimsiz olanı kıllık yapıyor, yakışıklı olan da bi yardım etme isteği var ama diğeri yüzünden çekimser kalıyor. Kardeşim demirden korksak, trene binmezdik. Bu metaforun da en yerinde kullanıldığı sözden sonra adamlar kimliğimi istiyor. Uyarmadan ceza mı olur diyorum ya. Futbolda bile öyle değil midir önce sarı kart verirsin sonra kırmızı diyorum ve ta ta ta taa… Burası futbol sahası mı ama diyen polisin yüzünde bir parçacık tebessüm yakalıyorum. Futbol ülkesinde futbol her zaman işler arkadaş. Diğeri o sırada Türkçe kimliğimi almış evirip çevirmekle meşgul. Daha sonra kimliğimle uzaklaşıp aralarında fısıldaşıp geri döndüler. Biraz da lanet olsun duygusuyla kimliğimi verip bi daha olmasın deyip gittiler. Ha şöyle ya! Siz kiminle dans ediyorsunuz karrrdeşim. (3 r’li evet.) koskoca Sibel Akın’ın haksız yere değil 40, değil 5, 1 cent verecek gözü var mı?..

Haklı mücadelemi kazandıktan ve 5 euromu kurtardıktan sonra “bunca” parayı Montecatini’de nasıl yerim diye düşündüm keyifle…

Montecatini, İtalyanların cittaslow (sakin yaşam) dedikleri türden oldukça sakin bi şehir. Gerçi Uluslararası cittaslow listesinde değiller ama bence yakında olurlar. Her yer yemyeşil. Ana caddede bile yürürken kuş sesleri duyabiliyorsunuz.
Montecatini’nin en önemli özelliği de termal bölgesi olması.

Ben termal havuza girme havamda olmadığım için hiç uğramadım bile ama sonradan öğrendiğime göre içinde yüzülenden çok içme suyu daha şifalıymış. Ben yapamadım ama giderseniz en azından 1 bardak içmeye çalışın derim.
İnternette yaptığım araştırmalara göre 116 yıllık finüküler yardımıyla çıkılan ve Montecatini Alto diye adlandırılan küçük köye mutlaka gidilmesi gerektiğini öğrendim.

Yarım saatlik periyodlarla karşılıklı kalkan ve 8 dakikada yukarı çıkan tramvayda mutlaka dışarda durmanızı öneririm. Kimi yerde 39 Derece açıyla tırmansa da korkulacak bi durum yok.

Fotoğrafta süratli çıkıyormuş gibi gözüktüğüne aldanmayın, çok yavaş bir tempoyla çıkıyor. Yalnız bu kadar yavaş tempoyla, bu kadar kısa da sürede düz bir ovadan nasıl bambaşka bir manzaraya vardığınıza şaşırıyorsunuz.

8 dakika sonra, San Gimignano, Montalcino gibi tepeye kurulmuş diğer İtalyan yerleşim merkezleri gibi oldukça küçük bir orta çağ kasabasına ulaşıyorsunuz.

Soğuk ve kapalı havaya rağmen eski, terkedilmiş yerleri bile ayrı güzel geldi gözüme.

Tüm alanı yavaş gezmeniz bile toplam yarım saat sürecektir ama yine de gitmenizi ve o sakinliği, dinginliği görmenizi öneririm. Ben hafta içi gittiğim için belki de daha şanslı bir güne denk geldim ama yine de etraf öyle huzurlu ki, hafta sonu bile keyfinizi herhangi bir şeyin bozabileceğini sanmıyorum.

Biz de evimizde manzara var diyoruz. Şu terasın manzarasının muhteşemliğine bakar mısınız?

Sokaklarda epeyce gezindikten sonra meydana dönüp Floransa’da ertelediğim kahvemi içmek için bir cafeye oturmaya karar verdim.

Ben aslında meydana bakan şu küçük, şirin cafede oturmak istemiştim ama bi blogdan aldığım tavsiyeyle Giusto Cafe’ye oturdum. Buranın “meringue”sini, ismini vermek istemediğim blog yazarı o kadar ballandıra ballandıra anlatmıştı ki hayatımın en güzel tatlısını yiyeceğimi sanıyordum.

Oysa güler yüzlü servisine rağmen ne kahvesini ne de tatlısını beğendim. Belki de ben artık fazla müşkülpesent oldum ya da bloggerlar pembe dünyalarda yaşıyorlar, kim bilir…
Hep söylemeye çalıştığım gibi bi yer seçerken önceki tecrübelerinize ve iç sesinize güvenin. Beni pek yanıltmıyor. Buradan edindiğim tecrübe, yakın ve güvenilir bir yerden değilse tavsiyeleri fazla dikkate almamak oldu.
Montecatini’den ağzımda güzel bir tatla değilse de içimde ve fotoğraf makinemde hoş hatıralarla ayrılıyorum.
Sonraki günlerde yukarda anlattığım müzeleri gezmeye ve güzel yemekler yemeye devam ettim.
Şimdi size en önemli hizmetlerden birini, Floransa yemek rehberini veriyorum. Şehrin her köşesinden tavsiyeler vereceğim. Harita kullanmanıza bile gerek kalmadan telefonunuzun navigasyonuna girip, restaurantın ismini yazıp size en yakın olanına kolayca gidebilirsiniz.

Osteria Antico Noé
http://www.lanticonoe.com/

Kaldığım evin hemen altında, pasajın içindeki bu restaurant dışardan o kadar iyi durmasa da, 2 kere giderek bir gittiğim yere bir daha gitmeme kuralımı yıktığım tek yer oldu. Mantarlı carpaccio’su tek kelimeyle nefisti.  Makarnası da nefisti.

Cafeteria Oblate
Duomo’ya çok yakın olan bu küçük cafe, cadde üstünde değil, bulması belki biraz zor ama bir öğlen sakin bir yer bulup kafa dinlemek isteyenler için ideal. Biblioteca delle Oblate yani Oblate Kütüphanesi’nin en üst katında. Teras manzarası gördüğünüz gibi çok güzel. Özellikle erkek okuyucular için, eğer o güzel garson kız hala ordaysa mutlaka gidin derim. J
Le Mossacce
Duomo’ya çıkan caddelerden birinin üzerinde ve çoğunlukla yerli halkın gittiği küçücük bir restaurant. Sıcak ve güler yüzlü servis, lezzetli ve oldukça makul fiyatlı öğle yemeği için ideal.
Zeb
Surların hemen sınırında San Niccolo Meydanı’na çok yakın olan bu restaurant daha çok müdavimlerin gittiği türden çok sıcak bir mekan. Garsona bayıldım. Değişik bir şeyler deneyeyim diye farklı yemekler söyledi ama gelen yemekler, bizim patates yemeğine çok benzer çıkınca pek beğenmedim. Yemekler hayalim gibi çıkmadı dediğimde “üzüldüm ama sen yine de hayal etmeyi hiç bırakma” demesi beni fethetti resmen. İtalyan, garson marson deyince hemen siz de hayal kurmaya başlamayın; garsonumuz İtalya’da pek çok yakışıklı erkek gibi tercihini aynı cinsten yana yapmıştı. 🙁
Zeb’i yine de hem diğerlerinin yediklerini gördüğüm hem de genel atmosferi dolayısıyla tavsiye ediyorum.

Buca Mario;
http://www.bucamario.com/

Küçücük bir kapıdan mağaraya girer gibi bodrum katı bir yere giriyorsunuz ve nefis bir restaurant çıkıyor karşınıza. Bi de hem güler yüzlü hem de gayet iyi İngilizce konuşan garsonlar eklenince değmeyin keyfinize… Öğlenleri açık olsa da akşam yemeği için oldukça iyi bir alternatif olduğunu söyleyebilirim.
Başlangıçları hep yaptığım gibi Toscana usulü bruscettalarla yaptım.

Meşhur Fiorentina etini tatmadan dönmek olmazdı. Fotoğraftan da az çok anlaşıldığı üzere nefis bir etti.
 
Yalnız tatlı menüsünün sadece resmini çekebildim. O kadar doymuştum ki bir lokma tatlıya bile yerim kalmamıştı.
Cestello
Deniz mahsulleri ağırlıklı bir menüsü olan Cestello, Arno Nehri kıyısında, Floransa’nın en şık restaurantlarındandı. Oldukça pahalı olduğunu ama gerek dekorasyonu, gerek hizmet kalitesi, gerekse yemekleriyle sonuna kadar hakettiğini söylemeliyim. Bu benim İtalya’nın en sevdiğim yönlerinden biri; eğer bi yer pahalıysa mutlaka parasını hak edecek servis ve yemek sunuyor müşterilerine. Ne yazık ki güzel yurdumda bunun garantisi yok.
Biz yemek işini biraz abarttık ama size göstermezsem vallahi çatlarım. Başlangıcı midyeyle yaptık.

Sübye de başlangıç olarak geldi.

Balık ve et tartarla hala başlangıçtayız.

İstridyesiz deniz mahsüllü yemek olur mu?

Karides olmadan asla diyorsanız bendensiniz.

Soğuk karidese doyamadık, sıcak karides tabağıyla devam ediyoruz.

Çok yedik, artık tatlılara geçebiliriz.
Tatlılara geçtik ama durmaya niyetimiz yok.
Ay hala devam ediyoruz. Bayılazaamm…

Mide fesadından ölmeden bu yemeği bitirdik ya çok şükür… J

Fırsat bulup gidemediğim ama güvendiğim arkadaşlarımdan aldığım tavsiyeleri de yazayım da en azından riske girmezsiniz.

La Beppa Fioraia
http://www.labeppafioraia.it/

Burası da şehrin duvarlarının hemen dışında yer alıyor ama burada şehir dışı demek, merkeze yürüyerek en fazla 15 dakika demek. Şehre bu kadar yakın olmasına rağmen böylesine doğal bir ortam bulmak beni çok şaşırttı. Son derece yeşil ve geniş bir alan üzerine kurulmuş Beppa’ı çok beğenmeme rağmen gözüme kalabalık gruplar için daha uygunmuş gibi geldiğinden ben tek başıma girmedim.  3 – 4 kişi gidecek ve rahat bir ortam arayan herkese tavsiye ederim.

Olio & Convivum 
http://www.conviviumfirenze.it/default.aspx

Olduka şık bir yere benziyor. Özellikle şarap konusunda iddialı olduklarını söyleyebilirim. Hatta size kırmızı Şarap da tavsiye edeyim; Sassicai, Tignanello, Ornelai

Trattoria Sostanza
https://plus.google.com/109807943639369484411/photos?gl=tr&hl=tr

Et konusunda iddialı oldukları söylenmişti. Ben gidemedim ama siz gidin de görüşlerinizi bildirin bana.

Fuor D’acqua
http://www.fuordacqua.it/

Çok iyi bir balık lokantası olduğunu söyleyen Fuor D’acqua’nın fotoğraflarına bakınca iddiası haklı gözüküyor ama yine de gidip görmek lazım.

Gece Hayatı

İtalyanların ya da Floransalıların gece hayatı anlayışı içkisini alıp meydanlarda takılmaktan ibaret diyebilirim. Özellikle San Niccolo ve San Spirito Meydanı’nda takılıyorlar. Merak ediyorsanız gidin ama ergen yıllarınızı hatırlatmaktan başka bir işe yaramayacağını garanti ederim.

Off Bar 
http://www.firenzenotte.it/OFF-Bar-Lago-dei-Cigni_2761

Şehrin tam göbeğinde olmadığı için turistlerden daha çok yerli halkın gittiği bir barmış ki benim turistik işletmelerden köşe bucak kaçtığımı az çok anlamışsınızdır.

Flo
http://www.flofirenze.com/

En büyük gece kulübü Flo. Michelangelo Meydanı’nda yer alan Flo için Reina’nın lokal versiyonu diyebilirim. Kapıdaki upuzun kuyruğu beklemek istemediğimizden biz girmedik ama illa çıkmaya niyetliyseniz Flo’nun tavsiye edilen en büyük ve şık kulübü olduğunu söyleyebilirim.

Bitmez sandığınız Floransa yazımın sonunda sizi Santa Croce Manastırı’nın bahçesindeki bu meçhul heykelin hüzünlü selamıyla yolcu ediyorum.

ARRIVEDERCI J

You Might Also Like...

2.721 Comments

    Leave a Reply