Çok kızgınım ama çok! Galatasaraylı olmaktan esef duyduğum ender anlardan birini yaşıyorum 2 haftadır. Biz ki batıya açılan pencereyiz, biz ki rakiplerin her yönden özellikle de vefa ve devamlılık yönünden önünde olan bir kulübüz, biz ki kökü bir eğitim ve görgü yuvasına dayanan bir kulübüz… İşte o Biz, teknik direktörünü 5. haftadan gönderecek bir takım olmamalıydık. Hele ki kendi içimizden çıkardığımız kaptanımıza, divan üyemize, bizi başarıdan başarıya koşturmuş, 4 sene üst üste şampiyon yapmış, Avrupa’da henüz hiçbir takımın yapamadığı UEFA kupasını almayı başarmış bir hocayı bu şekilde göndermemeliydik. En fenası da gönderdikten sonra yapılmaya çalışılan itibarsızlaştırma çabası…
Şartlar ne olursa olsun takımına güvenen galibiyete inanan ben, kaybettiğimiz ruhtan belki, ilk kez isteksizdim işte bu sefer. Çünkü giden hocanın yerine yenisi nasılsa 1 günde bulunuyor ama ruh denen meret öyle 1 günde geri gelmiyor işte.
Uçağın yarısından çoğunu dolduran Galatasaraylı taraftarlar da benim gibi mi düşünmüşlerdi bilemem ama yolculuk boyunca tezahürat yapmayı ihmal etmediler.
O zaman hem günü birlik hem de Milano’dan gittiğim için pek güzel bir şehir gibi gelmemişti gözüme. İtalya’nın diğer şehirlerine kıyaslayınca hala güzel değil ama geçen seferkinden daha bir derli toplu gözüktü gözüme bu sefer.
Resepsiyonist kadının ne kadar kıl olduğuna ise hiç değinmeyeceğim.
Pizza kötüydü ama ben efsane dondurmacım Grom’u burda buldum ve neredeyse soğuk havada bile önünde kuyruk olan dondurmacımda afiyetle dondurmamı yedim.
Tatlı yedik tatlı konuşmanın da zamanı geldi. Başta da dediğim gibi maçtan pek ümitli olmamakla beraber Juventus Arena’ya gidip yeşil sahada takımımızı gördüğümüz anda rüzgar değişti. Şimdi her zamanki inançla, sesim kısılına kadar takımımızı destekleme vakti gelmişti.
Tv başından izleyenler hiç durmadan tezahürat yaptığımızı ve ne kadar bağırdığımızı duymuşlardır. Hani o meşhur deyişle, Surva Sud sustu bizi dinledi. Susma, sustukça sıra sana gelecek! Yok pardon, bu burda söylenmiyordu. Neyse… J
Maçı uzun uzun anlatmaya gerek yok. Sadece DROGBA demem kafi olacaktır herhalde. Hiç ummadığımız bir anda gelen gol bizi maçın 78. dakikasına kadar 1 – 0 önde götürdü. Golden sonra umudumuz daha da arttı.
Tempolu bir maç olmasına rağmen ne bizim ne de takımın nefesi maçı almaya yetmedi. Son yazılarda sıkça tekrarladığım (ama doğru) üzere Şampiyonlar Ligi’nde böylesine önemli bir deplasmanda alınan 1 puan çok çok önemli. Hem rakiplerimize verdiğimiz gözdağı açısından hem de Şampiyonlar Ligi’nde hala ümidimiz olduğunu gösterdiği için 1 puan çok önemliydi.
Maçtan sonra, ertesi gün döneceğim için Torino gecelerine akma şansım vardı ama bu görevi gençlere devredip hafif bir atıştırma yapıp otele döndüm.
Bu arada Torino’da yeme – içme konusunda çok güzel tavsiyeler almıştık. Biz gidemedik ama merak edenlere birkaç yer önereyim;
Restaurant;
Pastificio de Filippis – http://www.pastificiodefilippis.it/
Merkeze yakın küçük bir restaurant. Aynı zamanda elde yapılmış makarna ve hamur işlerinin satıldığı küçük ama sevimli bir yerdi. Ben İtalyan yemeklerinin yerinde güzel olduğuna inandığımdan makarna alıp evde yapmayı artık denemiyorum. Artık dememden daha önce denemiş ve başarısız olduğum sanırım anlaşılmıştır. Neyse biz devam edelim…
Pizzeria Castello – http://www.tripadvisor.com.tr/Restaurant_Review-g227669-d743583-Reviews-Castello-Moncalieri_Province_of_Turin_Piedmont.html
Bizim gibi onlarca Türk’ün kapısından döndüğü en çok tavsiye edilen yer. Gerçi daha bir web sayfaları bile yok ama belki de adamlar ihtiyaç duymuyorlardır kim bilir.
Bu blogu okuyan herhangi biri bu kadar lüks yere gitmek ister mi bilinmez ama son olarak şık bir restaurant önereyim.
Berbel – http://www.berbel.it/
Birkaç da gece kulübü önerelim, en elzeminden…
La Reserve – http://www.lareserve-cocktailclub.it/
La Maison – http://www.maison.fm/
Ertesi gün uçağım öğlen saatlerinde olduğu için sabahtan Torino’daki Mısır Müzesi’ni gezmeye karar verdim. Gerçi beklediğim kadar büyük çıkmamakla beraber, Allahın Torino’sunda bu kadar Mısırlı eser varsa, bu Mısırılar yememiş içmemiş sadece heykel ve mezar yapmış demekten kendimi alamadım.
Müzeyi gezerken her zamanki gibi gözüme ilk ilişenlerden biri aslan figürü oldu. Aslan figürünün önemini Braga yazımda kısaca anlatmıştım. http://sibelakinn.blogspot.com/2012/12/braga-portekiz.html
Aslan figürünün ilk Mısırlılar tarafından kullanıldığını söylemek yanlış olmaz. Kafası kuş, keçi, aslan olan insan gövdeli heykellere genel olarak Sfenks denir ve en tanınmışı Büyük Gize Sfenksi’dir. Gönül isterdi ki bir Mısır yazısı da yazabileyim ama Mısır’da Şampiyonlar Ligi maçı oynanmıyor. Şaka bir yana, Mısır’ı çok istememe rağmen emniyetli bulmadığım için gidemiyorum. Bu yüzden her bulduğum yerdeki Mısır müzesine gidiyorum.
Bu müze de yeni kurulmakta olan bir müze olduğu için herşey sanki yeni yapılmış gibi capcanlı ve tertemizdi. Müzede olduğuma beni ikna eden şey şu zat-ı muhterem oldu.
Müzenin içinden birkaç resim daha;
Sportif ve kültürel faaliyetlerimi eksiksiz tamamladığıma göre inançsız gittiğim Torino’dan mutlu mesut dönebilirdim artık. Darısı Avrupa’daki diğer deplasmanların başına…
2.246 Comments